Medya Konuşmaları V: Terörle Mücadele Yasa Tasarısı ve Basın

-
Aa
+
a
a
a

 

Ömer Madra: Bugünkü Medya Konuşmaları’nda konuğumuz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) hukuk danışmanı Avukat Fikret İlkiz. Fikret İlkiz’i Açık Radyo dinleyicileri çeşitli programlardan gayet iyi hatırlayacaklardır. Hoş geldiniz.

 

Fikret İlkiz: Hoş bulduk.

 

ÖM: Bugün öğleden sonra terörle mücadele yasası ile ilgili bir davaya katılacaksınız değil mi?

 

Fİ: Evet, bir duruşmamız var, akşam üzeri TGC’de düzenlenmiş olan bir panel var, o paneli hem Türk Ceza Hukuku ile Galatasaray Üniversitesi müştereken düzenliyor. Orada da terörle mücadele kanunu değişiklik tasarısı üzerine tartışma yapacağız.

 

ÖM: Bir de bir gecikmeye de sebep olan bir dava ertelenmesi vardı.

 

Fİ: O davada, Agos gazetesinin sahibi ve sorumlu müdürü Hırant Dink, bir de Aydın Engin, yani başka türlü söylemek gerekirse profesyonel basın sanıklarından birisi yargılanıyor. Bu duruşma için vekaletnameyi harçlandırmak söz konusu idi, onu tamamlayıp geldiğimiz için böyle bir gecikme oldu.

 

ÖM: Dava da ertelendi, öyle mi?

 

Fİ: Hayır, bugün görülecek, sanıyorum öğleden sonra duruşmaya gireceğiz. Bir tek güne baktığınız zaman bile, aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu tartışma ortamı ile, ifade özgürlüğü konusunda geldiği yer kendisini belli ediyor. Yani konuyla ilgili davalar sürüyor, konuyla ilgili bazı yasaların tartışması da sürüyor. Herhalde Türkiye’de biz bu konuyla ilgili olmak üzere tartışmaları pek bitirebilecek gibi değiliz.

ÖM: Yani basın özgürlüğü sorunlarının gündeme tekrar adamakıllı yoğun bir şekilde, artarak gelmeye başladığını söyleyebiliriz herhalde, bu da tatsız tabii. Yani ömür boyu hem siz hem ben karşılıklı olarak bunu tartışıyor durumunda olmaktan biraz yorgunluk duymuyor muyuz?

 

Fİ: Yok, yorulmuyorum da “utanıyorum” demek daha doğru olur, çünkü insan hem utanıyor hem de öfkeleniyor. Şu nedenle utanıyorum; yıllardan beri hep aynı şeyler konuşuluyor. Sürekli olarak, ifade özgürlüğü konusundaki düzenlemeleri konuşmak insanları yoruyor. Başka türlü söylemek gerekirse, siz Türkiye’de yaşayan birisi olarak, herhangi bir yazınızdan veya düşüncenizden dolayı, bir mitingde yapmış olduğunuz bir konuşmadan dolayı sürekli bir ceza tehdidi altında yaşarsanız, aslında bu doğrudan doğruya temel hak ve özgürlüklerinizin ihlali anlamına gelir. Gerçekten ifade özgürlüğü hakkı Türkiye’de varsa, böyle bir tedirginlik, böyle bir korku içinde yaşamamalı, böyle bir tedirginlik içinde yazı yazmamalı veya görüşlerini ben “acaba yargılanacak mıyım, hakkımda bir ceza davası açılır mı?” diye düşünerek söylemekten geri durmamalı. Siz öyle bir demokratik toplum düzeni yaratmalısınız ki, yaşayan insanlar en azından rahat tartışabilmeli, eleştirilerini rahatça söyleyebilmeli ve bunu söylerken de ağzından çıkan sözlere dikkat etme gereksinimi duymamalı. Bir yandan böyle bir düzenin sağlanması için yasal değişiklikler yapılacağı sürekli söyleniyor, hatta bir yol haritası çıkarılıyor, diğer yandan kanunlar kabul ediliyor, demokratik toplum düzenine uygun yasalar konuyor, aradan biraz zaman geçtikten sonra bu kez aynı yasal değişiklerin tam tersi getirilmek istenilen tasarılar ve yasa değişiklikleri Türkiye’de tekrar tartışılmaya başlanıyor. O zaman öfkelenmeye başlıyorsunuz. Örneğin, TCK “ceza reformu” adı altında çıkarılmış olmasına rağmen o kanunun kabul edilmesinden hemen sonra, terörle mücadele kanununda değişiklik yapma gereği duydukları için -niçin böyle bir gereklilik var, onu da bilmiyorum- bu kanun gündeme geliyor. Böyle bir ortamda siz düşüncelerinizi, görüşlerinizi, yazı ile, sözle ifade etmeye çalıştığınız zaman, bugünkü yasal düzenlemelerin yarın geri alınabileceği gibi bir tedirginlik yaşıyorsunuz. Böyle bir ülke, beni biraz utandırıyor ama bir taraftan da öfkelendiriyor.

 

ÖM: Ortak duyguları paylaştığımızı söyleyebilirim. Birlikte programlar yaparak, çıkardığımız yayınla, gazete ve dergilerde yazıp çizerek birlikte paylaştığımız bir süreçte, hukuk demokrasi paketleri diye adlandırılan bir dizi düzenleme yapıldı, “iyileştirme” ya da “reform” denebilir belki. Özgürlüklerin genişletilmesi ve hukuk devletinin, çoğulcu bir demokrasinin teminatı olan maddelerin, hukuki garantilerin genişletilmesi, sağlamlaştırılması için bir sürü yol alındığına dair, hem hükümet ve parlamento temsilcilerinden, hem de başka yerlerden gelen açıklamalar oldu. Bunların bir gün içinde geri alınabilmesi gibi bir tedirginlik olabiliyor. Siz “gazeteciler, yazıp çizerken böyle tedbirlerden kaygı duyuyorlar” deyince, haklı olarak benim de aklıma bu geldi. Kolayca geri alınabilecekmiş gibi bir hal var, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Fİ: Türkiye kendine özgü bir ulusal program kabul etti, bunu da 2001 yılında bir yol haritası olarak önüne koydu. Bunu isterseniz AB’ye uyum süreci olarak değerlendirin, isterseniz bizim kendiliğimizden kabul ettiğimiz bir yol haritası olarak kabul edin, öncelikle kısa dönemde gerçekleştirmeyi düşündüğümüz siyasi kriterler anlamındaki hukuki düzenlemeleri, önümüze ödev olarak koyduk. Orta dönemde yapacaklarımızı da önümüze ödev olarak koyduk. Şimdi ulusal programda çizilen yol haritası bakımından orta vadede yapılması gerekli olanlar bölümüne girdik ve 13 Mayıs 2005 tarihinde Resmi Gazete’de de yayımlanarak bunların neler olduğu anlatıldı. Sonra 2003 yılında bu koyduğumuz yol haritasının izlenmesi bakımından geldiğimiz noktanın ne olduğunu tespit eden bir Bakanlar Kurulu kararını da 23 Temmuz 2003’te Resmi Gazete’de yayınladık. Buradaki ortak nokta şuydu; ifade özgürlüğü ile ilgili olmak üzere, anayasadan başlayarak, basın yasasındaki bazı hükümler değiştirilecek ve özellikle Terörle Mücadele Kanunu’nun bazı maddeleriyle eski TCK’nın 312. maddelerinin değiştirilmesi söz konusu olacaktı. Bunlar, siyasi kriterlerde öncelikle yapılması gerekli olan işlerdi. 2003 yılına gelindiği zaman büyük çapta ilerleme sağlandı. Örneğin anayasanın 25, 26 ve 27. maddeleri, yani temel hak ve özgürlüklerde önemli olan düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili olan maddelerde yol alındı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de ölçüt olarak kabul edildi. Uyum yasası çerçevesinde de değişiklikler yapıldı, şu anda sizinle konuşmuş olduğumuz sorunların giderilmesi için karar verildi. Türkiye gerçekten 6 Ekim 2004 tarihine geldiği zaman çok büyük oranda bütün bu konuları yerine getiren bir devlet konumunda oldu. Fakat bütün bunlardan sonra, 18 Nisan 2006 tarihli TBMM Başkanlığı’na verilmiş olan Terörle Mücadele Yasası’ndaki bazı maddeler, basın-yayın fiilleri için tehlike yaratabilecek, örneğin bazı yayınların durdurulmasına, bazı yayınların kapatılmasına sebep olabilecek, hatta propaganda kavramı bakımından, teknik hukuk terimleriyle ifade etmek gerekirse, terör örgütünün amacının söylenmesi bile suç sayılır hale gelecek. Herkesin hemfikir olduğu bir nokta var, o da şu; kuşkusuz terörle mücadele edilmesi gerekir, ama bu yasa,  adından da başlayarak, -mücadele dediğiniz andan itibaren karşılıklı bir karşı görüşü, bir çatışmayı içinde barındırıyor- “terörü önleme kanunu” olarak da gündeme getirilebilirdi. Bu yasaya baktığınız zaman, örneğin siz, herhangi bir gazeteci veya herhangi bir bilim adamı olarak bir siyaset bilimi üzerine bir yazı yazsanız, o yazınız da, örneğin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ile ilgili olsa veya herhangi bir silahlı örgütün amaçlarından, söz eden  bilimsel bir makale yazsanız, bu kez terör örgütünün propagandasını yapıyor olmanız nedeniyle hakkınızda bir ceza davası açılabilecek hale geliyor. Maddenin lafzi yorumuna baktığınız zaman, karşınızda yoruma açık, tartışmaya neden olabilecek net olmayan bir düzenleme ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Oysa, terör örgütünün amaçlarını gösteren, şiddet içeren ve o yöntemleri, terör yöntemlerini öven, o terör yöntemleri konusunda propaganda yapan fiiller 2003 yılında kabul edilmiş olan terörle mücadele kanununun 7. maddesindeki değişikliğe göre suç sayılıyordu. Yani özetle söylemek gerekirse, bir terör örgütü olacak, onun yöntemlerinin propagandasını yapacaksınız, yani teknik hukuk olarak da propaganda fiiline uygun, taraftar kazanmak amacıyla, o örgüte taraftar getirmek amacıyla bir propaganda fiiliniz olacak, şiddet içereceksiniz, terörü benimsetip özendireceksiniz. Yeni terörle mücadele kanuna göre, hem bu suç kabul ediliyor, hem de terör örgütünün amacı konusunda bir yazı yazarsanız, bu da bir propaganda niteliğinde kabul edilebilir ve uygulamada bu kez terörle mücadele kanunu nedeniyle hakkınızda dava açılabilir. Yetmiyor, Türkiye, “eser sahibi sorumludur” diye bir basın yasası kabul etti. Bu basın yasası da Haziran 2004 kabul tarihlidir. Bu yasa çerçevesinde de cezai sorumluluklar belirlendi. Yani herhangi bir şekilde gazete sahibinin cezai sorumluluğuna gitmek basın kanunu hükümlerine göre mümkün değil, çünkü “eser sahibi sorumludur” denildi.

 

ÖM: Yazıyı yazan.

 

Fİ: Dolayısıyla, sorumlu müdür de sorumlu olmaktan çıktı, cezai sorumluluk sahibi olmaktan çıktı. Ceza yasası ve Terörle Mücadele Kanunu ile getirilen yeni düzenlemeyi yan yana getirip baktığınız zaman, terör örgütünün propagandası veya terör örgütünün amacının propagandası suç sayılacağından, bu kez eser sahipleri için de adli para cezası, sorumlu yazı işleri müdürleri için de eser sahipleri için verilen para cezasının yarısı kadar bir adli para cezası öngörülüyor. Yani eser sahibi de artık bu anlamdaki bir fiilden dolayı sorumlu olacak, sorumlu müdür de propagandayı yapan kişiyle birlikte sorumlu olacak.

 

ÖM: Bu, terörle mücadele yasasında değişiklik yapan yasa tasarısının içeriği, basın özgürlüğünü sınırlandırıyor mu sınırlandırmıyor mu konusuna geçmeden önce sormak istiyorum; Türkiye’de iç ve dış dinamiklerin etkisiyle, daha demokratik, basın özgürlüklerinin daha geniş kullanılabileceği bir ortama geçilmesi yönünde bir çok adım atıldıktan sonra, şimdi yapılan değişikliklerle kimi zaman taban tabana zıt, cezai sorumlulukları ortaya koyan bir geri dönüş var. Bunun nedenleri üzerinde de durmak gerekiyor. Yani birdenbire bir terörle yükselme mi oldu yoksa nedir?

 

Fİ: Bence Terörle Mücadele Kanunu’nda bir değişiklik yapılmasını gerektiren bir durum yoktur. Türkiye’de, veya herhangi bir ülkede, demokratik toplum düzeni, demokratik bir hukuk devleti yaratmak istiyorsanız, öncelikle suç konusunda, ceza konusunda bir siyasetinizin olması gerekir. Çok uzak değil, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren TCK gerekçesinde, özellikle suç siyasetinin olması gerektiği yer almıştır ki, bu da, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 23 Haziran 1983 tarihli toplantısındaki tavsiye kararına atıfla gerekçeye konmuştur. Yani bir suç siyasetiniz olacak ve her şeyi bu işin felsefesini belirledikten sonra gerçekleştireceksiniz. Çağımızın ulaştığı suç ve ceza siyaseti şu; mutlaka bir yasa olacak, ve her şeyi, en azından bir suç yaratıyorsanız, kanunla belirleyeceksiniz.

 

ÖM: Kanunilik dediğimiz ilke.

 

Fİ: Yasallık ilkesi aslında, “kesinkes yasallık” ilkesi olarak daha net ifade ediliyor. Bütün bu ilkeler, Prof.Dr. Çetin Özek tarafından da tek tek ve net bir biçimde de sayılmıştır. İkincisi, kimi cezalandıracaksanız, o kişinin iradi bir hareketi olacak ve o hareket dış dünyada bir değişiklik, bir eylem yaratacak. Eylem, yani o değişiklik bir hukuksal yararı zedeleyecek veya ortadan kaldıracak. En son kural olarak da “kusurluluk kuralı” olacak. Kim kendi kusurlu iradi eylemi ile, dış dünyada bir başka hukuki yararı bozarsa, işte bu suç olacak. Suç siyaseti böyle birşey. Oysa biz öyle yapmadık, biz olaylara göre, ortaya çıkan panik mevzuatının etrafında yasa değişiklikleri yapmaya başladık.

 

ÖM: Yani TCK’da reform, 1 Haziran 2005 tarihli gerekçede belirtildiği gibi, sırf bu politikayı koymak üzere yapıldı.

 

Fİ: Evet, gerekçede öyle yazıyor. “Panik mevzuatından kurtulalım” diyor, siz terörle mücadele kanunu yaparken şöyle bir açıklama getiriyorsunuz, “artan terör olayları nedeniyle önce yasayı değiştiriyorum.” Oysa artan terör olayları nedeniyle terörle nasıl mücadele etmeniz gerektiği konusunda ekonomik ve sosyal politika üretmek zorundasınız.

 

ÖM: Onu da yapacağız dedikleri halde yapmadılar. Bir reform, iyi ya da kötü, hatta oldukça da kapsamlı bir şekilde ceza yasasındaki değişiklikler ve başka mevzuat değişiklikleriyle de yapılırken, bıçakla kesilir gibi, yeni terörle mücadele yasa tasarısında önemli geri dönüşler var. Hem çelişmeleri var ceza kanununda bazı deşiklikleri de getiriyor, hem de basın özgürlüğüne ve genel olarak hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı düşebilecek çok ciddi tehditler içeriyor. Biraz bunların içeriği üzerinde de durmak istiyorduk. Yani ne şekilde kısıtlamalar getiriyor? Nasıl tersine çeviriyor diye düşünüyorsunuz bu gelişmeleri?

 

Fİ: Bizim Yıllarca Türkiye’de Terörle Mücadele Kanunu’nda tartıştığımız bir kavram vardı, 8. madde, bu maddenin başlangıcı şöyleydi “her ne suretle ve maksatla olursa olsun...” Bununla 1991 yılından itibaren 1994 yılına kadar hepimiz uğraştık, neden? Çünkü “her ne düşünce ve maksatla olursa olsun” gibi yoruma çok açık bir maddeyi koyarsanız, o zaman gazetecilerin, aydınların yazdığı her yazıyı bu anlamda “bölücülük suçu” kavramı içinde değerlendirebilirdiniz. Anımsayın, hemen aklıma gelen kendi müvekkillerimden bir örnek vereyim, Oral Çalışlar’ın Abdullah Öcalan’la yapmış olduğu röportaj için, önce “8. madde olur” dediler, sonra “hayır 8. madde olmaz” dediler. Ya ne olur? “6. maddeye girer” dediler. Yani bu düzenleme karşısında 8. maddeyi lafzi olarak böyle yorumlarsanız, önce bölücülük suçu işlemiş oluyordunuz. Bakın sonuçta Terörle Mücadele Kanunu kapsamından bir türlü dışarı çıkılamayan bir dava ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Kaldı ki Türkiye 1994 yılına kadar 8. madde ile sürekli uğraştı ve AİHM’den akıl almaz derecede mahkumiyet kararları aldı. Etkili oldu mu? Oldu ve o mahkumiyet kararlarının etkisi ve Türkiye’deki bana göre gazetecilerin ve aydınların göstermiş olduğu duyarlılık nedeniyle 8. maddenin bu kötü düzenlemesi değişti. Şimdi 7. madde ile geri getirilmek isteniyor.

 

 

Fİ: Bana sorarsanız bunun gereği yok, böyle baktığınız zaman bu anlamdaki geriye gidişi izahı kabil olmayan bir davranış biçimi olarak değerlendiriyorsunuz. Ama şaşırmıyorum, Cumhuriyet gazetesi bombalanıyor, yönetim ve siyasal iktidar “Bunda ne var? Bize de bomba atılmıştı” diyor. Eğer böyle bir değerlendirmeyi içinize sindirerek devam edecek olursanız, o halde kimse kimseyle oynamasın, “bizim demokratik düzen veya demokratik toplum düzeni yaratmak gibi bir sorunumuz yoktur” densin.

 

ÖM: Bu tasarıyı savunan hükümet sözcülerinden, iktidar mensuplarından sürekli şöyle açıklamalar geliyor, “siz bize güvenin, bu asla terörle mücadele dışında bir amaçla kullanılmayacak, hiçbir özgürlük daraltması yoktur, bu bize AB yolunda engel teşkil etmez.” Bu yasanın, BM sözleşmelerinin bile önünde, yani BM’nin de, AB’nin çeşitli organlarının önünde de ayakta duramayacak olduğunu anlıyorum sizin bir kaç konuşmanızdan bile. Oysa hükümet sözcüleri de diyorlar ki; “siz bize güvenin burada özgürlük kısıtlaması filan yok.” Onların ifadesini mi kabul etmek durumundayız? O zaman onlara inanacağız ve yok diyeceğiz.

 

Fİ: Ben kendimden hareketle söyleyeyim; böyle söylüyorlarsa, kesinkes korkmak gerekir! Ben artık korkmuyorum, öfkeleniyorum, çünkü bunların tümünü TCK tasarısı sırasında, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olarak ve Basın Konseyi adına hem yazılı olarak, hem de yapmış olduğumuz toplantılarda bir çok kez dile getirdik. Bunun için tarih veririm, ama gerek görmüyorum. Tartışmamız şuydu; bu şekildeki düzenleme, Türkiye’de sorun yaratır, uygulamada problemle karşılaşırız. Sizin söylediğiniz bize söylendi, “hiç endişeniz olmasın, savcılar bu maddeleri veya biz bu maddeleri düşündüğünüz gibi algılamayız ve bunlar nedeniyle ceza davaları açılmaz” denildi. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girdiği andan itibaren Türkiye 301. madde denilen bir madde ile sürekli uğraşıyor. Anımsarsanız, 301. maddenin son fıkrasına bir ekleme yapılarak, “eleştiri amacıyla düşünce açıklamalarının suç olmayacağı” cümlesi yerleştirildi. Bu doğru değildi, ben buna katılmıyorum. Çünkü bir mahkeme beraat kararı verirken bu gerekçeyi zaten kullanır. “Bunu koyuyoruz” “niye koyuyorsunuz?” “yargıçlara yol göstermek için” denildi. Bu da yanlıştır ama buna rağmen, “bu konuda bir dava olmaz” denilen, 301. madde nedeni ile Türkiye 1 Haziran 2005 tarihinden beri uğraşıyor.

 

ÖM: Ve sayısız insan, gazeteci, yazar, çizer, müzisyen, hepsi yargılanıyorlar değil mi?

 

Fİ: Evet. Siz haber olanları biliyorsunuz, yani Türkiye haber haline gelen yazarlar ve gazeteciler hakkında bilgi sahibi. Oysa, Anadolu’da, yerel basın yöneticileri, köşe yazarları, haber yazanların başına bu maddeden dolayı gelen pek çok dert var. Veya o kadar uzağa gitmeye gerek yok, anımsar mısınız, Kumkapı’da esnafın bazı dükkânları kapatıldı, onlar da pankart astılar, dediler ki “bu, polisin bize haksız uygulamasıdır, zabıtanın haksız uygulamasıdır.” 301’den dava açıldı ve beraat edildi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ile ilgili olmak üzere, rektörün davası ile ilgili olmak üzere insanlar bir protesto göstermek, görüş ve düşüncelerini bir eylemle aktarabilmek için yakalarına kurdele takıp, “bunu biz bunun için yapıyoruz” dediler ve birdenbire 301 karşılarına çıktı.

 

ÖM: Böyle son derece tuhaf ve kötü bir uygulamaya ilaveten bir de terörist sayılacaklar öyle mi?

 

Fİ: O zaman 301’i aramaya gerek yok, yani hiçbir şekilde 301’den bir dava açmanıza gerek kalmayacak. Örneğin bazı konulardaki görüşlerinizi açıkladığınız zaman, Terörle Mücadele Kanunu’na ve mevcut 7. maddeye baktığınız zaman -2003 yılında uyum yasalarıyla yapılan bir değişiklik var bu maddede- diyor ki; “herhangi bir şekilde örgüt mensuplarına yardım ederseniz suçtur veya şiddet veya diğer terör yöntemlerine başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapan bir fiiliniz olursa, bu da terör örgütünün propagandasıdır.” Bu madde uyum yasalarıyla beraber ve doğrudan doğruya şiddet ve diğer terör yöntemlerine başvurmayı teşvik olarak kondu. Uluslararası alanda bu düzenleme uygundur. Diyorsunuz ki; “ben bunu kaldırıyorum”, peki bunu kaldırıp ne yapıyorsunuz? “Terör örgütünün veya amacının propagandasını yapan kişi 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında arttırılır. Ayrıca basın ve yayın organlarının sahipleri hakkında 1000 günden 10 bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Sorumlu müdürler hakkında bu cezanın üst sınırı 5 bin gündür” diyorsunuz.

 

ÖM: Yani sorumlu müdürler, gazete sahipleri artık terörist kapsamına girecekler anladığım kadarıyla.

 

Fİ: Tabii, terör suçu işlemiş olacaksınız. Gerekçesinde de deniyor ki “biz bu maddeyi TCK’dan aldık” diyorlar. “TCK’nin 220. maddeden aldık” diyorlar. O maddeye baktığınız zaman “suç işleme amacıyla örgüt kurmak” başlığını taşıyor. Onun son 8. fıkrası var, biz ona da karşı çıkmıştık.

 

ÖM: Gayet iyi hatırlıyorum.

 

Fİ: Kasım 2004’te karşı çıktık, dedik ki “siz suç amacıyla örgüt kurma suçunun sonuna  8. madde ile amacı da koyarsanız, bu hatalı değerlendirmelere sebep olabilir.” Gerekçesinde diyor ki, “Biz bunu, 220. maddenin 8. fıkrasından aldık, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesine koyduk.” Ne değiştirdiniz? “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma...” burada örgüt deniyor, Terörle Mücadele Kanunu’nun biraz önce okuduğum 7. maddesinin 2. fıkrasında “terör örgütü” diyor. 1. ve 2. cümle aynı şekilde TCK’dan bu tarafa alınmış konumda. Hani TCK genel kanun olacaktı? Hani artık özel ceza yasalar çıkarılmayacak ve hepsi ona bağlı kalarak düzenlemeler yeniden yapılacaktı? Şimdi terk ediliyor. Özel Ceza Kanunu’nun içerisine terörü önlemek bahanesi ile TCK’daki hükümleri alıyorsunuz, aynı şekilde ve aynı biçimde yerleştiriyorsunuz, yetmiyor, basın yayından gazete sahiplerinin, yayın organlarının sahiplerini de sorumlu tutuyorsunuz, sorumlu müdürlerinin de para cezalarını buna göre arttırıyorsunuz.

ÖM: Mesele yalnız basın özgürlüğü ile ilgili değil, ana konumuz çerçevemiz elbette bu, mesela Ahmet İnsel, Radika İki’de Pazar günü yazdığı yazıda, “terörle mücadelede etkinlik sağlamak adına, kişi hak ve özgürlüklerini neredeyse artık ortadan kaldıran, iyice daraltan, işkenceci kolluk güçlerine ayrıcalıklar tanıyan –yani işkenceyi meşrulaştıran- yargısız infazı yeniden yasal hale getiren bir dizi ceza suçunu terör suçu kapsamına alan ve suç ile suçluları tanımlarken kullandığı muğlak ifadelerle, bazı cabbar yargı elemanlarının eline mermisi namluya sürülmüş hazır silah veren bir yasa değişikliği önerisi” diyor. Sanıyorum siz de aynı kanaattesiniz.

 

Fİ: Ahmet İnsel’in sözünü ettiğiniz o yazısında önce utanmak vardır, sonra öfkelenmek vardır. Ben utandığım için, öfkelenmeye hak sahibiyim. Sözünü ettiği konu, yanılmıyorsam 2003 yılında tasarı olarak gelmişti, Anayasa Mahkemesi kararına bağlı olarak bir değişiklik önerilmişti; emniyet güçlerinin ‘dur’ ihtarından sonra öldürmeyecek biçimde silah kullanması hakkında. Meclis’ten geçmediği için kaldı ve bu doğruydu. Yani öyle bir düzenlemenin Anayasa Mahkemesi kararı çerçevesinde yapılmaması gerekiyor idi. Şimdi birdenbire karşınıza geliyor. Bakın Türkiye’de Zeki Aksoy kararı bir işkence kararıdır ve AİHM’nin diğer kararlarının tümünde kullanılan kararlardan biridir. Emsal karar olarak dikkate alınmaktadır. Doğru bir karardır, işkencenin önlenmesi için elde edilmiş olan bir karardır. Şöyle bir yaklaşımı vardır, “savcının herhangi bir şekilde bir kişinin işkence gördüğü konusunda bir izlenimi varsa, -örneğin Aksoy sandalyede oturamıyorsa, düşüyorsa-, o halde işkence konusunda derhal araştırmaya girilmek zorundadır” der. Bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 3. maddesindeki birinci yasaklardan birisi olan işkence yasağından kaynaklanmaktadır. Şimdi siz diyorsunuz ki “müdafi ile görüşmeyi engelliyorum.” Oysa en azından işkencenin birinci adımda önlenmesinin temel nedeni, iddia başladığı sırada derhal suç şüphesi altında bulunan kişinin savunmanıyla, avukatıyla görüşebilmesinin başlamasıdır. Bu da işkencenin önlenmesi konusundaki birinci adımdır. Terör adı altında bundan vazgeçiyorsunuz, terör adı altında gözaltı sürelerini arttırıyorsunuz, terörün önlenmesi için yasa değişikliği yapmak suretiyle “daha önceden Türkiye’nin AİHM’de ve sözleşme ihlalleri nedeniyle mahkum olduğu bütün bu tür davalardan ben ders çıkartmıyorum, yeniden AİHM’den tazminat ödemeye hazırlanıyorum” diyorsunuz.

 

ÖM: Peki bunları kim hazırlıyor, bu maddeleri? TCK’nın tartışılması sırasında uzmanlara, bizzat sizin tarafınızdan doğuracağı sakıncalar iletilmiş ve geniş tartışmalara konu olmuş, buna rağmen de hiç dikkate alınmamış. Şimdi kim hazırlıyor bunları üstüne üstlük bütün bunları görerek?Fİ: Tasarının çıkış tarihi 2006 değil, Temmuz 2003’te yapılmış olan bir tasarı vardı Terörle Mücadele Kanunu ile ilgili olmak üzere. Uyum yasaları ile Terörle Mücadele Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik yapıldı, özellikle birinci maddedeki terör tanımı, 7. madde, 8. maddenin kalkması, Terörle Mücadele Kanunu’nun daha çağdaş bir kanun olarak gündeme gelmesi veya eksikliklerin giderilmesi veya önlemlerin biraz daha arttırılması... Bütün bunların hepsi Terörle Mücadele Kanunu’nun yapılması için haklı ve doğru gerekçelerdir. Çünkü gerçekten, terör konusunda uluslararası bir tavır gerekmektedir. Eğer terörü önlemek konusunda bir zihniyet geliştirmezseniz şu veya bu biçimde mutlaka etkilenirsiniz. Dolayısıyla bu kanunların bu anlamdaki geçerliliğini kabul etmemiz gerekir. “Kim yapıyor?” diye sorduğunuz zaman, örneğin bizden, TGC’den, TCK ile ilgili fikrimiz sorulmuş olmasına rağmen, Terörle Mücadele Kanun Tasarısı hakkında fikrimiz sorulmadı. Bu, kanun tasarı olarak hazırlandığı zaman, AKP milletvekilleri tarafından de eleştirildi. Ve bu eleştiri içerisinde, demokrasiye aykırılıklar taşıdığı, temel hak ve özgürlükleri zedelendiği konusunda görüşler vardı ve raporlar yazıldı. O bir kenarda kaldı. Bunu kimin hazırladığını bilmiyorum ama bazı profesör arkadaşlarımızın, bazı bilim adamlarının bu tasarının hazırlandığı sırada varolduğunu biliyorum. Adalet Bakanı tarafından yapılmış olan açıklamalarda, örneğin geniş olarak, hem İçişleri Bakanlığı hem Adalet Bakanlığı, hem de Jandarma Genel Komutanlığı, Genel Kurmay tarafından katılan üyelerle birlikte bir tasarı hazırlandı. Şimdi deniyor ki “eğer bir katkınız olacaksa, bu katkıyı yapın” diğer yandan da deniyor ki “bu kanun çıkacaktır!”

 

ÖM: Ayrıca, “hiç tartışılmayacaktır” deniyor.

 

Fİ: Burada önemli olan bütün yasaların taraflarıyla, aktörleriyle birlikte tartışmaya açılabilmesinin sağlanmasıdır. Bu bir katkıdır, bir görüş sunarsınız, bir yanlışlık yapıldığı ortaya çıkabilir. TCK’da nasıl zina tartışması ile geçtiyse, herhalde Terörle Mücadele Kanunu da getirdikleriyle, götürdükleriyle, yanlış düzenleme, doğru düzenleme tartışmalarıyla geçmemesi gerekiyor.

ÖM: Bütün bu özgürlükleri temelden tehdit eden, ülkede her bir vatandaşın terörist sayılmasına yol açabilecek muğlaklıkta bir tasarı, yani çok ciddi bir tehlike varken...

 

Fİ: TCK Parlamento’nun eseridir, ama terörle mücadele kanunu hükümetin eseridir. “Bunu tartışmam!” dediğiniz andan itibaren Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklerini ileride tartışmaya açacak davaları tartışmaya başlayacağınızı şimdiden söylemek demektir.

 

ÖM: Önemli görünen bir konuyu da sormak istiyorum; Vatan gazetesi’nden Okay Gönensin’le de konuşurken, oldukça tecrübeli bir gazeteci olarak, okur temsilcisi olarak kendisine de sorduk ve “bunun uygulanabilir bir tarafı olmadığı görünüyor, sizce ne olacak?” dedik “bence uygulanamaz” dedi. Siz nasıl öngörüyorsunuz? Yani hükümetin tartışmaya açmadan yüzdeyüz geçireceğini söylediği bir yasa tasarısının uygulanabilirliğini.

 

Fİ: Geçecek, öyle anlaşılıyor.

 

ÖM: Zaten “mecliste tatile girmeden geçireceğiz” dediler.

 

Fİ: “Herhangi bir şekilde katkı ve bu konuda bir tartışma söz konusu değil, bu geçecek” deniyor. Bu geçecekse uygulayabilirler mi uygulayamazlar mı? İnşallah uygulamazlar ama ya uygularlarsa? O zaman ortada uygulamak için konulmuş bir yasa olacak. Kanunları, uygulamamak için koymazsınız veya “uygulanamaz” diye bir şey düşünemezsiniz, bu doğru olmaz. Örneğin herhangi bir şekilde yapılan yayın, Terörle Mücadele Kanunu’na aykırılık teşkil ediyorsa ne olacak? Radyo ve televizyonların kapatılması kararını da eskiden DGM’ler verebiliyordu. Kanunda hâlâ düzenleme var, şimdiye kadar herhangi bir radyo ve televizyon istasyonu Terörle Mücadele Kanunu’na aykırılıktan dolayı verilen bir mahkumiyet sonucunda kapatılmadı, yayını durdurulmadı ama şimdi tüm basın-yayın organları için böyle bir düzenleme getiriliyor. Ya uygulanırsa?

 

ÖM: Evet tabii, uygulamamak için bir kanun çıkarılması düşünülemeyeceğine göre bir sebebi var herhalde? Fİ: Ayrıca onu hem hükümet, hem yasama, yani yürütme ve yasama tayin edemez.

 

ÖM: Bir de akla gelen son derece garip bir şey de var, sadece belli bir bölgede, diyelim ki Güneydoğu’da uygulamak gibi bir niyet varsa o daha da tuhaf olur.

 

Fİ: Ben tam aksini düşünüyorum, belli bir bölgede uygulamak için bir kanun yapamazsınız. İkincisi Türkiye belli bir bölgede uygulanan kanunlar nedeniyle yaşanılan olağanüstü durumları olağan duruma çevirecek ve buna layık olan bir ülkede de değil. Terörle Mücadele Kanunu ile, olağanüstü yöntemlerin, olağanüstü dönemin kanunları ile bunu olağan hale getirip hepimiz tarafından benimsensin beklentisi var.

 

ÖM: Çok ciddi bir şekilde karşı çıkılmasını, en azından çok çok daha etraflıca tartışılmasını gerekli kılan bir durum.

 

Fİ: Tümüyle tartışılmalıdır, tümüyle tartışmaya açılmalıdır. Herkes, bu kanun meclisten geçmeden önce görüşlerini kamuoyu ile paylaşmalı ve mutalaka açıklamalıdır ki biz gerçekten demokrasi için doğru bir noktaya ulaşalım.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz. Bunu daha etraflıca konuşma fırsatını bulacağımızı, inşallah da bu şekilde geçmeyeceğini umduğumuzu söyleyelim. Size de bugün öğleden sonraki hem davanızda hem de bu konuları ele alan çabanızda başarılar dilerim. 

 

(16 Mayıs 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)